🦌 Içimde Bir Şey Yırttı Ne Demek

Helegelmemek üzere giderlerse, çok üzülürüm albayım, dayanamam. Gelmemek üzere gidenler çok sevdiklerim olur genelde. Bir de bir hikâye bırakır ki geride, noksanlığın daniskası içinde. Ölse, öldü dersin, ama ölmez onlar. Ölmesinler de. Ölürlerse bir kere daha üzülürüm. Çünkü koklayamazlar bir daha çiçek. Yazık “Bir şey acır içimde, bu göğsüme ne kattın?” 2 notes. 2 notes Odada çevremde büyük bir varlık hissettim. Çok küçük bir odaydı. Çevremde kalp gibi atan bir yaşam, büyük bir titreşim hissettim. Neredeyse kasırga, bir ışık fırtınası, coşku, kendinden geçmişlik gibiydi. İçinde boğuluyordum. O kadar muazzam bir şekilde gerçekti ki, başka her şey gerçekdışı oldu. Hüzün bulutları benim yoldaşım olacaklar bir ömür boyu. Gölgede büyümeye çalışan çiçek üşüyecek hep. Üşümeyi seçecek. İnanıyorum ama ya da sadece diliyorum bir gün kendini ısıtmayı becerecek ya da gölgeden vazgeçeek güneşe çıkacak. Hangisi olur bilmiyorum ama gölgede çürüyecek gibi bir his var içimde . içimdehep bir eksiklikben niye böyleyim. Ciddi. bir kız görüyorum, hoşlanıyorum 2-3 gün konuşup dateye çıktıktan sonra soğuyorum ve terk ediyorum, yetmezmiş gibi bunu son yaptığım kızın bir tane best friend'i var kız arkadaş çevresi epey kalabalık, bu bestienin de bir arkadaşı var şimdi ona kafayı sardım ve Bir kaplanın kükreyişi zihnimde, Bir aşkın en hüzünlü şarkısına seni yazarım, Kimse bilmez, sensizliğimde yanarım. Yine de yıldız yıldız üşürsün gökyüzünde. Bir şehir yanar içimde, Seni, bensizliğime saklarım o vakit, Her bir göz yaşım sen olursun, Yetmez bir düş, bir hayal, olursun, Yetmez kor bir yangın olursun. Rabbu nasıl deniz, yüzme bilen kuşu yokAcır bir şey içimde, bu göğsüme ne kattın?"Süleyman Çobanoğlu'nun en sevdiğim şiirlerinden olan Attığımda O Oku şiiri Böyle çok derin,karmaşık şeylerde değil yaşadıklarım normal hayat sahneleri. Ama demek bu bile zor geliyor bana. Kesinlikle depresif ve mutsuz bir insan değilim. hatta gün içerisinde enerjimden yorulan o kadar çok insan var ki. Ama dediğim gibi bir huzursuzluk var içimde. anlamlandıramıyorum. böyle kuru ve boş bir his. İçimdeNe Bir Arzu Ne De Bir Heves | T.S.M. Şarkı Notası ve Sözleri 14 Mart 2017 Admin Müzik , Nota , T.S.M. Nota ve Şarkı Sözü 0 T.S.M. Repertuar No: 13047 İnsanın sahip olduğu tek gerçek sadece melankoliyken.. cümleler boğazımıza düğümlenip dururken ve bizim söyleyeceklerimiz, yazacaklarımız bir o kadar çok ve az iken, kendi benliğimizde gidip gelirken, hiç bir şey ve her şeyin ortasında kaybolmuşken hiçbir mutluluğun bizi var edemeyeceği gerçeğini kabul edemiyor Yazar & Akademisyen Prof. Dr. Turan Karataş ile “Okumakla Yoğrulmuş Bir Hayat” konu başlığı altında bir sohbet gerçekleştiriyoruz. Psikoterapialmanızı tavsiye ederim, psikolojik problemler kendiliğinden çözülmez :)) kendiliğinden çözülmelerini beklemek sorunları halı altına kXEQ. Tüm sinema tarihinin en müthiş sahnelerinden biridir. Paris'te Güney İstasyonunda Rick Marsilya'ya gidecek trene binmek üzeredir. Sevgilisi Ilsa gecikmiştir. Tren birkaç dakika sonra kalkacaktır. Rick'in arkadaşı, piyanist Sam kareye girer. Şakır şakır yağmur yağmaktadır. "Ilsa'yı gördün mü?" diye sorar Rick. Sam "Otelden ayrılmış ve bu notu bırakmış" der. Şiddetli yağmur altında mürekkebi akan satırlarda şu yazılıdır "Richard seninle gelemeyeceğim ve seni bir daha göremeyeceğim. Bana neden diye sorma. Yalnızca seni sevdiğime inan. İşte böyle sevgilim, tanrı seni korusun. Ilsa." Casablanca filminden söz ediyorum. Yüzlerce filmde, dizide tekrarlanmıştır bu sahne. Aşıklardan biri, sözleştikleri saatte sözleştikleri yere gelmez. Neden mi? Senaryolarda çok neden bulunur. Ama böyle bir şey gerçekte olabilir mi? Birbirini deli gibi seven iki kişiden biri son anda gelmemezlik eder mi? Hayat mı sanatı, sanat mı hayatı taklit ediyor? Benim için ve tabii onun için de, her şey Edinburgh Tren İstasyonu'nda başlamıştı. Aslında belki de daha önce... Edinburgh Film Festivali'nde önce "Hiroshima Mon Amour"u sonra da "Casablanca" yı izlemiştim siyah beyaz filmler seçkisinde. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Kendimi Jekyll and Hyde Pub'a atmıştım. Biramı yudumlayıp camdan dışarısını izliyordum. İlk o zaman gördüm onu. Omuzlarına dökülmüş kızıl saçları, kısacık eteği ve yağmurda bile belli olan çilleriyle, Edinburgh'ta sık rastlayacağınız Kelt ırkından biriydi belki de. Ama hayır, çok farklıydı. Yağmura kendini bırakmış küçük dans figürleri yapıyordu. Kendi etrafında küçük bir dönüş, sonra kollarını sağa doğru savurup başını öte tarafa eğerek süzülüyordu Hanover Caddesinde... Günler sonra tren istasyonunda bir kez daha gördüm, camın öte tarafında. Taşımakta zorlandığı bavuluyla benim vagonuma doğru yürüyordu. O gün yağmur altında gördüğüm kız mıydı? Evet oydu. Rastlantılar zincirine bir halka daha eklenmişti ve devam edecekti. Trenlerde gittiği yönün tersine oturamam, midem bulanır. Ona bakmak için yerimi değiştirdim. O, oturur oturmaz bir kitap açtı, elinde bir kurşun kalem, okuyor, çiziyor, yazıyor. Bense, öküzler affetsin, tam bir öküz gibi ona bakıyorum. Gözlerimi ayırmadan. Allah'tan beni farketmiyor. Etse, resmen taciz yaptığım, efsunlandım sanki, alamıyorum gözlerimi. Tren Dover'a kadardı. Ordan Manş Denizi'ni geçecek feribota binip Calais'ye gidecektik. Oradan da Paris. Ben İspanya'ya gidiyordum. O kim bilir nereye? Feribota binerken bavulları teslim ediyorsun. Calais de alıyorsun. Hoş bir tren yolculuğu yapmıştım, hayaller kurmuştum kızıl saçların dalgaları arasında, ama gözlerimi zapturapta almanın zamanıydı. Kadınları taciz eden biri olmadım hiç, ne sözle, ne gözle. Feribotun en üst güvertesine çıktım. Hava soğuk kimse yok. Feribotun sancak tarafında uzaktaki Atlas Okyanusu'na bakıyorum. Sisli puslu bir hava, o kadar uzağı göremesem de orada olduğunu biliyorum okyanusun. Calais'ye yaklaşırken fark ettim, o da iskele tarafında ufka yatırmış gözlerini, Kuzey Denizi'ne doğru hayallere dalmış. Kader serpme ağını üstümüze atıp atıp duruyordu. Bir aşamada ikimizi birden yakalayacaktı, artık belli olmuştu. Calais'de herkes bavulunu alıp trene doğru ilerlerken benim sırt çantam bavul teslim edilen yerde yoktu. Kayıp bavul yazan yere seğirttim. Koca feribotta bir kişinin daha bavulu kaybolmuştu. Kader tutturmuştu bu sefer. Kader ağının içinde çırpınan iki balıktık artık. Öncemiz, sonramız silinmeye başlamıştı. Anı yaşayacaktık. Bizim binmemiz gereken tren kaçtı. Eşyalarımız bulunduğunda diğer treni beklemek için bir cafeye oturduk birlikte. Topraktan dışarı büyüyen filizler gibi içimizden dışarıya dökülmeye başladı hikâyeler. Karşı konulamaz bir çekim başlamıştı aramızda. İsrail'den Edinburgh'a doktora yapmaya gelmiş bir dahiydi. İlk fakülteyi on altı yaşında, ikincisini on sekizinde, üçüncüsünü yirmi ikisinde bitirmiş. "18-22 arası biraz isyankardım, erkek arkadaşım tıp okuyordu. Onunla derslere girerdim. Kendi okulumu bırakıp doktor olmaya karar vermiştim ki ayrıldım ondan. Tekrar sıkıcı fakülteme geri döndüm". "Ne okuyordun o sıralarda?" diye sordum. "O sıralarda teoloji, öncesinde felsefe ve teorik fizik okudum. Dünyanın, evrenin varoluşuna kafayı takmış durumdayım. Karşılaştırmalı dinler tarihinde, yaradılışa dair bilinen, tanrı dünyayı altı günde yarattı kalıbının dışında bir şeyler arıyorum, kadim dillerde yazılmış eski metinlerde." "Ben mi? Ben serseriyim. Biraz da coğrafyacı ve maceracı. Elimden iş gelir, orada iki tamir, buradaki meydanda müzik, diğerinde resim, jonglörlük, tayfalık, bulaşıkçılık, fotoğrafçılık, kameramanlık aklına ne gelirse. Siyah beyaz bir hayat yaşayıp, siyah beyaz bir roman yazmak istiyorum. Renkler dünyayı kirletiyor. Siyah beyaz dünya, ilkokul çocuklarının formaları gibi. Herkesin eşit olduğu bir dünyayı hatırlatıyor." Sonra "Neden Edinburgh?" diye sordum. "Edinburgh'lu fizikçi James Clerk Maxwell'in izini sürüyorum. Bütün yazdıklarını okuyorum. İlk bilimsel makalesini 14 yaşında yazmış. Müthiş biri. Elektromanyetik dalgalar, Işığın Kırılımı ve Zaman. Doktora tezimin adı bu. Dalgalar, kırılmalar ve yansımalar üzerinden zamanı geriye doğru takip ediyorum. Uzaya yeni bir teleskop gönderdiler. Adı Hubble. Onla çalışabilsem, yıldızlardan gelen ışıkları izleyebilsem evrenin oluşumunu çözeceğim. Matematiksel olarak formüle edebiliyorum bir şeyleri, ama kanıtlamam için veri lazım." Sanki bir çocuğa masal anlatır gibi anlatıyordu. Dünyanın, evrenin varoluşunu anlamasına bir tık kalmış, 22 yaşında bir kızla oturmuş, beyaz şarap içiyordum Manş'ın Fransa Kıyısında. "Peki senin için neden Edinburgh?" dedi. "Kırmızı renkli bir demiryolu köprüsü var , Forth Halici'nin üzerinde, Forth Köprüsü, Edinburgh'u kuzeye bağlıyor. Birkaç deli arkadaşım var. Köprüye tırmandılar, ben de onları filme aldım, fotoğrafladım. Birlikte tırmandık yani. Siyah beyaz bir film yapıyorlar, tek renk köprünün kırmızısı olacak." "Nasıl bir film?" "Aşk filmi, bütün filmler aşka dair değil midir zaten?" Gözlerini kocaman açarak bana baktı. Burnunun üstündeki çiller oynadı, kızıl saçları rüzgarla savruldu. "Sen nereye gidiyorsun?", "İspanya'ya, sen?" , "Ben de." Kader, rastlantılar, gerçek olamayacak kadar acayip iki karakter. Paris'e giden trende yan yanaydılar. El ele tutuşmuşlardı. İlk konuşmaya başlamalarının üzerinden ancak üç saat geçmişti. Eşyalarını Güney İstasyonunda emanete bıraktılar. Pont Neuf'e doğru yürüdüler, Seine kıyısı boyunca. Öpüştüler kuytuda. Şarap içtiler, aşık oldular birbirlerine. Gece istasyonda kız erkeğin omuzunda uyudu bir duvar dibinde. İleride, Rick'in Ilsa'nın gelmesini beklediği peron uzanıyordu. "Ben Madrid'e gidiyorum dedi kız. Teorik fizik kongresine, orada Amerika'dan gelecekler var, belki yeni uzaya fırlatılan Hubble teleskobuyla çalışabilirim, onları ikna edersem." "Ben Pamplona'ya San Fermin Festivali'ne gidiyorum. Sen Maxwell'in, ben Hemingway'in izindeyiz. Seni bir hafta sonra ,15 Temmuz'da, saat tam öğlen on ikide, Prado müzesinde, Hieronymus Bosch'un 'Dünyevi Zevkler Bahçesi' resminin önünde bulurum. O gün yoksam, ertesi gün mutlaka orada olurum. O gün de gelmemişsem ölmüşüm demektir." Romantik bir aşk hikâyesine dönüşmüştü kaderin fırlattığı serpme ağ, ama kader durmaz ki, ağlarını örmeye devam eder. Perpignan'da, sınırda tren değiştireceklerdi. "Ben sana adını sormadım" dedim. O kadar çok şey konuşmuştuk ki. Aklıma gelmemişti. Kitabından bir sayfa yırttı. Schrödinger'in 'Space-Time Structure' isimli kitabıydı. Trende altını çizdiği, notlar aldığı kitaptı. Sayfanın üzerine adını yazdı büyük harflerle SARAH K. "Ben de senin adını sormamıştım" dedi. Pusulamı çıkardım çantamdan, avucunun içine bıraktım. Arkasına ismimin baş harfleri kazınmıştı, TK. Seni bekleyeceğim dedi. Son görüşmemiz o oldu. Pamplona'da festivalin son günü boğalarla birlikte koşarken yaralandım. Beni ameliyata aldıkları sırada Sarah K., çalışmasını sunuyordu teorik fizik kongresinde. Beni yoğun bakımda kaç gün uyuttular, Sarah 'Dünyevi Zevkler Bahçesi'nin önünde kaç gün bekledi bilmiyorum. Sarah K'yı çok aradım. Ne Prado da, ne Edinburgh'ta izine rastladım. Yok olmuştu sanki. Teorik Fizik dergilerine abone oldum bir makalesine rastlarım diye. Fizik Nobeli adayları arasında Sarah ismini arıyorum her sene yeni bir umutla. Ben mi; hâlâ serseriyim, gördüğüm her kızıl saçta, her çilli burunda, heyecanlanmaya devam ediyorum. Kendimi dünya vatandaşı ilan ettim. Siyah-beyaz romanı defalarca yeniden yazdım, ama eksik kalan bir şey oluyor her seferinde. Ya kırmızı bir demiryolu köprüsü, ya kızıl saçlı bir Sarah... Ara ara Dover'den Calais'ye giden feribota binip en üst güverteye çıkıyorum. Ufuktaki okyanusa doğru bakıyorum, bazen de Kuzey Denizi'ne, ama gözümün önünde tek bir görüntü var. Prado müzesinde, elinde benim pusulam, hiçbir zaman gelmeyecek beni bekleyen Sarah K. “Size söylemedim mi? Annem ben üç yaşındayken ölmüş. Daha yirmi sekiz yaşındayken, küçük kardeşimi doğururken hayatını kaybetmiş. Güzel bir kadın olduğunu söylerler, ama onu hiç hatırlamıyorum, hiç.” “Ya karınız? Mathilde’de bu sihirli gülümseyiş var mıydı?” “Hayır. Bundan eminim. Mathilde güzel bir kadındır, ama gülümsemesinin hiçbir gücü yok benim üzerimde. Bu gülümsemenin on yaşındaki Mary’de olup da Mathilde’de olmadığını düşünmek çok aptalca bir şey. Ama ben böyle hissediyorum işte. Bizim evliliğimizde onun karşısında güçlü olan benim, benim korumam altında olmak isteyen o. Hayır, Mathilde’nin böyle bir sihri yok, nedenini bilmiyorum.” “Sihir karanlık ve gizem ister,” dedi Nietzsche. “Belki de onun gizemi, on dört yıllık bir evlilikle beraber solup gitmiş olabilir. Onu çok mu iyi tanıyorsunuz? Belki de güzel bir kadınla olan ilişkideki gerçeğe dayanamıyorsunuz.” “Güzellikten başka bir sözcüğün gerektiğini düşünmeye başladım. Mathilde güzellikle ilgili her unsuru taşıyor. Onda güzelliğin estetiği var, ama gücü yok. Belki de haklısınız, sürekli onunla birlikteyim. Sık sık derinin altındaki eti ve kanı görüyorum. Bir başka faktör de hiçbir rekabetin olmayışı; Mathilde’nin yaşamında hiç başka erkek olmadı. Bu önceden planlanmış bir evlilikti.” “Rekabet istemeniz beni şaşırttı Josef. Birkaç gün önce, bundan korktuğunuzu söylemiştiniz.” “Rekabeti hem istiyorum, hem istemiyorum. Hamlarsanız bana mantıklı olmak zorunda olmadığımı söylemiştiniz. Yalnızca aklıma gelenleri söylüyorum. Biraz beklerseniz düşüncelerimi toplayabileceğim Evet, güzel bir kadında bu gücün olması için başka erkekler tarafından arzu edilmesi gerekiyor. Ama böyle bir kadın fazla tehlikeli, beni yakar bitirir. Belki de Bertha tam ideal bir bileşim, çünkü henüz tam anlamıyla oluşmamış! O, tamamlanmamış, embriyo halinde bir güzellik.” “Yani,” diye sordu Nietzsche, “onu elde etmek isteyen başka erkekler yok diye mi güvenli?” “Tam olarak öyle değil. O daha güvenli, çünkü onun içinde bir yerim var. Onu her erkek ister, ama bu rakiplerimle kolayca baş edebilirim. Bertha tamamen bana bağımlı, daha doğrusu bağımlıydı. Yemeğini ben yedirmezsem haftalarca yemek yemeyi bile reddediyordu. “Doğal olarak, onun doktoru olduğum için hastamın bu tepkisine üzülüyordum. Vah, vah, ne yazık! diyordum. Mesleki açıdan ailesine nasıl kaygılandığımı anlatıyor, ama bir erkek olarak gizliden gizliye; bunu sizden başka kimseye anlatamazdım, zaferimin keyfini çıkarıyordum. Bir gün bana beni düşlediğini anlattığında içim coşkuyla dolmuştu. Onun en gizli dünyasına girmek, başka hiçbir erkeğin kapısına yanaşamadığı yere girebilmek benim için büyük bir zaferdi! Düşlerdeki imgeler asla ölemeyeceğine göre orası benim sonsuza dek yaşayabileceğim bir yer olmuştu!” “O halde Josef, kimseyle yarışa girmeden yarışmayı kazanmış oluyorsunuz!” “Evet, bu da Bertha’nın benim için taşıdığı başka bir anlam; güvenli rekabet, kesin zafer. Ama güvenlik taşımayan güzel bir kadın, o başka bir mesele.” Breuer sustu. “Anlatmaya devam edin Josef. Şimdi aklınıza neler geliyor?” “Güvenlik duygusu vermeyen bir kadını düşünüyordum, birkaç hafta önce muayenehaneme gelen, Bertha’nın yaşlarında, tam anlamıyla oluşmuş bir güzelliği olan bir kadını, pek çok erkeğin önünde diz çökeceği türden bir kadını. Beni büyüledi, ama aynı zamanda korkuttu da! Onu bekletemeyecek kadar güçsüz kaldım karşısında ve sırası gelmediği halde diğer hastalarımdan önce onu içeri almak zorunda hissettim kendimi. Tıp açısından uygun olmayan bir ricada bulundu benden, onun isteklerine karşı direnmek bana müthiş zor anlar yaşattı.” “Ah, bu çıkmazı bilirim,” dedi Nietzsche. “En çok arzu edilen kadın en çok korkulan kadındır. Tabii bunun nedeni onun ne olduğu değil, bizim onu nasıl gördüğümüzdür. Çok acı!” “Acı mı dediniz Friedrich?” “Asla tanınamayan bu kadın için acı, erkek için de acı. Bu acıyı bilirim.” “Sizin de bir Bertha’nız mı olmuştu?” “Hayır, az önce anlattığınız hastanız gibi birini tanımıştım, o geri çevrilemeyecek kadın gibi birini.” Lou Salome, diye düşündü Breuer. Bunun Lou Salome olduğuna kuşku yok! Sonunda ondan söz etti! Dikkatleri kendi üzerinden uzaklaştırmaya istekli olmasa da bu noktayı üstelemekten kendini alamadı. “Eee, Friedrich o geri çevrilemeyen kadına ne oldu?” Nietzsche tereddüt etti, sonra da cebinden saatini çıkardı. “Bugün verimli bir konuşma yaptık; kim bilir, belki de bu konuşma her ikimiz için de verimli olmuştur. Ama zamanımız bitiyor ve sizin daha söylemek istediğiniz pek çok şey var. Lütfen Bertha’nın sizin için taşıdığı anlamı anlatmaya devam edin.” Breuer o anda, Nietzsche’nin ona açılma şansının her zamankinden yüksek olduğunu biliyordu. Belki de hassas bir sorgulamayla istediği her şeyi alabileceği bir aşamadaydı. Ancak Nietzsche’nin, “Durmayın Şu anda düşünceleriniz akmakta,” sözleriyle yaptığı hatırlatmadan sonra aynı hevesle anlatmaya devam etmekten başka bir şey yapamadı. “Gizli bir yaşamın, ikili yaşamın karmaşıklığı beni mahvediyor. Yine de artan bir hızla bunu yaşıyorum. Yüzeysel burjuva yaşamı beni öldürüyor; her şey çok açık, insan sonunun ne olacağını, atacağı bütün adımları rahatça görebiliyor. Bu çılgınca, biliyorum, ama ikili yaşam, ek bir yaşam gibi. İnsana adeta uzatılmış bir yaşam sunuyor.” Nietzsche başıyla onayladı. “Zamanın yüzeysel yaşam olanaklarını bir lokmada yutabileceğini, ama gizli yaşamın tükenmez olduğunu mu düşünüyorsunuz?” “Evet, söylediklerim tam olarak bunlar değildi, ama kastettiğim buydu. Bir başka şey de, belki de en önemli şey, Bertha ile birlikteyken ya da şu anda olduğu gibi onu düşünürken hissettiğim o anlatılamaz duygu. Eksiksiz mutluluk! En yakın sözcük bu!” “Josef, ben hep şuna inanmışımdır Bizler arzu edilenden çok arzu etmeye âşığızdır!” “Arzu edilenden çok arzu etmeye âşığızdır!” Breuer bu cümleyi tekrarladı. “Lütfen bana bir kâğıt kalem verin. Bu cümleyi unutmak istemem.” Nietzsche defterinin arkasından bir yaprak yırttı ve Breuer yazdığı satırı bitirip, kâğıdı katlayarak ceketinin cebine yerleştirene kadar hiç sesini çıkarmadı. “Bir şey daha,” diye devam etti Breuer, “Bertha yalnızlığımı azaltıyor. Kendimi bildim bileli içimdeki boşluklardan korktuğumu hatırlıyorum. Bu yalnızlığım insanların var ya da yok olmasıyla ilgili bir şey değil. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?” “Ah, bunu benden iyi kim anlayabilir? Zaman zaman, var olan en yalnız adam olduğumu düşünüyorum. Dediğiniz gibi bunun, insanların varlığı ya da yokluğuyla ilgisi yok, üstelik yalnızlığımı elimden aldıkları halde gerçekten benimle olmayanlardan da nefret ederim.” “Ne demek istiyorsunuz Friedrich? Sizinle nasıl olmazlar?” “Benim için aziz olan şeylere değer vermeyerek! Bazen yaşamın o kadar içini görebiliyorum ki birden doğrulup çevreme baktığımda kimsenin yanımda olmadığını, bana eşlik eden tek şeyin zaman olduğunu görüyorum.” “Benim yalnızlığımın sizinkiyle aynı olduğundan emin değilim. Belki de ben hiçbir zaman sizin indiğiniz derinliklere inmeye cesaret edemedim.” “Belki de,” dedi Nietzsche, “Bertha sizi daha derinlere inmekten alıkoyuyor.” “Daha fazla inmek istediğimi sanmıyorum. Üstelik, yalnızlığımı aldığı için Berthaya minnet duyuyorum. Benim için bir anlamı da bu. Son iki yıl içinde hiç yalnız kalmadım; Bertha, evinde ya da hastanede her zaman benim ona gelmemi beklerdi. Şimdi ise içimde ve hâlâ bekliyor.” “Bertha’yı kendi ellerinizle yarattığınız bir şey yerine koyuyorsunuz.” “Ne demek istiyorsunuz?” “Size yine her zamanki kadar, her insanın mahkûm olduğu kadar yalnızsınız demek istiyorum. Kendi ikonunuzu yapıyor, onun eşliğiyle içinizi ısıtıyorsunuz. Belki siz, sandığınızdan da fazla dine bağlısınız!” “Ama,” diye karşılık verdi Breuer, “o, bir bakıma her zaman orada. Ya da bir buçuk yıl kadar oradaydı. Kötü de olsa yaşamımın en canlı zamanı oldu. Onu her gün görüyordum, her zaman düşünüyordum, her gece rüyalarımdaydı.” “Onun orada olmadığı bir zamandan söz etmiştiniz bana Josef, sürekli gördüğünüz o düşünüzde. Nasıldı… onu arıyorsunuz ve?..” “Korkutucu bir şeyler olduktan sonra başlıyor. Ayaklarımı bastığım yer kayıyor ve ben Bertha’yı arıyorum, bulamıyorum… “ “Evet, bu rüyada çok önemli bir ipucu olduğuna eminim. Meydana gelen o korkutucu olay neydi, bastığınız yerin açılması mı?” Breuer evet anlamında başını salladı. “Josef, neden o anda Bertha’yı aramak zorundaydınız? Onu korumak için mi? Yoksa onun sizi koruması için mi?” Uzun bir sessizlik oldu. Breuer, kendisini toplamak için başını iki kez geriye savurdu. “Devam edemeyeceğim. Bu çok tuhaf, ama artık aklım durdu. Kendimi hiç bu kadar yorgun hissetmemiştim. Daha öğlen bile olmadı, ama günlerdir durmadan çalışmış gibi hissediyorum kendimi.” “Ben de öyle. Bugün zor bir gün oldu.” “Ama bence iyi iş çıkardık. Şimdi gitmem gerek. Yarın görüşürüz Friedrich.” Irvin D. Yalom Kaynak Nietzsche Ağladığında Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır. Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır. Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır. Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır. Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer ki yarın var. Umutların en sevdiği iyileşemezsin çünkü her iyileşme yenilmeyen her insana ödül olarak bir sabah, bir gündüz, bir güneş gözlerim yeşildir ah...onun gözleri kara. Ben günah kadar beyazım, o tevbe kadar karaNe ondan kaçmak bir işe yarar, ne ona varmakla dağılır karanlıklar. Bazen insanın, kadere teslim olmaktan başka çaresi olmadığını zamanları çocuğu bekliyoruz. Dünyayı değiştirecek, yenileyecek, meşhur kelimemizle söyleyelim, diriltecek çocuğu. O çocuğu ki, görüntüyü değil, öze, dışa değil, içe baksın. O çocuğu ki, ön planı değil, arka planı görsün. O çocuğu ki reklam ve propaganda edilenleri değil, edilmeyenleri bilsin. Göz seni görmeli ağız seni söylemeli bütün deniz kıyılarında seni beklemeli. Baharı, yaz uğruna tükettik, aşkı naz uğruna...Ve papatyaları seviyor sevmiyor uğruna, derken "ömrü" tükettik bir hiç uğruna. Zamanla olur deme, bitiremeyiz, ama iyilikleri çoğaltabiliriz. Ey sevgili uzatma dünya sürgünümü gözde değil gönüldedir. Vücut değil ruhtur aşka kâdir. Zeytin ağaçları, söğüt çıkar güneş nişan yüzüğü bir kapı sesiSeni hatırlatır her zaman banaZeytin ağaçları, söğüt ta kendisiyle gözlerin. Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu. Bulutlar geldi altında durduk. Gökyüzü bizim olmasınBiz gökyüzünün olalımUnutma"Mavi"ye aşıkkenSevemezsin siyahıİnançlıyım, barış ve düzen yanlısıyım. Savaşım ancak bunlar içindir...Ve,Kadın anneden çocuğa akan...Bir şelale belki, dünya kayalıklarından ta cennete çıkardığın da anlamın bozulmuyorsa bundan böyle ayrı öznesini kaybedince devrik olur tüm cümlelerin. Bir gün gözlerimin ta içine bak; Anlarsın ölüler niçin görmezden gelsek, yüreğimiz de selâm'ı keser mi acaba?Bütün şiirlerde söylediğim sensin; Boşunaydı saklamaya çalışmam, öylesine aşikarsın yakacak bir şey bulamayacak sende; işte İbrahim olmak gibi olmak, olmayacak bir şeyHerkes gibi olmak, olmamak gibi bir şey...Her şey bir kere daha yanlış gibiHer şeyi beni anlayınca olan ne ki;Bizi yokluğuyla üzenler çözersin, çözersin, çözersin; çocuk sonra büyürmüş başak,Meyvalar sabırla gün gözlerimin taa içine ölüler ne için yaşarmış. Ne kadar dalsam da göklerin ve suların derinliğine gözlerim kaçırmaz yeryüzünde karıncaların en hurda kımıldanışlarını yok! Gün gelir, gül de açar, bülbül de ölen ölene içimizde ve çiziyor ruhum acının, utancın, hıncın ve hüznün yalnız şiirdir acıma aralıklar verenKaç kardeşiniz dediklerinde bir buçuk milyar diyorum. Anlatabiliyor muyum?Benim aşkım uymaz öyle her saza!Açar bir gün elbet yeniden gönlümüzün güldün, rengarenk yağmurlar kendini hakikate adadığı, ruhunu ona açtığı ölçüde insandır!Yol uzun, uzak. Kalbimizden başka pusula da yok gövdemizin cebinde. Sen bir gece gelsen güneş dünyada olup bitinlerin olup bitmemiş olması için ne geldim geleli açmadı göklerYa ben bulutları anlamıyorumYa bulutlar benden bir şey beklerHayat bir ölümdür aşk bir uçurumBen geldim geleli açmadı göklerBiz koşu bittikten sonra da koşan atlarız. Ve son sözü hep alın yazısı ki bilmiyorlar kalabalıklar yağmura bakmayı, cam geldin benim deli köşemde durdunBulutlar geldi üstünde durduMerhametin ta kendisiydi gözlerinAllah bir, kapısı ceviz dalları, o asma, o dutGül gül, mektup mektup büyüyen umutYangından yangına arda kalmış tut. Muhabbet sürermiş bir rüzgar kadarUçurtmamı rüzgar yırttı dostlarım!Gelin duvağından kopan bir rüzgar...Bu rüzgar yüzünden bulutlar yarım;Bu rüzgar yüzünden bana olanlarİslamiyeti öyle diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende ve geleceksiz bir iç deniz gibi aşka veda etmiş topraklarda ondan kaçmak bir işe yarar ne ona varmakla dağılır karanlıklar bazen insanın kadere teslim olmaktan başka çaresi olmadığı zamanları olur. İçimde ölen öldü, kalan kaldı, ben yok sayacaklar, sen daha çok var demek yetmez. Hâbil misin, Kâbil mi? Onu netleştirmek müslümanlığını sözde bırakmamalıdır. Sürekli olarak kendini İslamdan koparan aldatıcı oyalamalarla savaşmalı, onlara karşı ruhun ölümsüz silahlarıyla donanmış tutsaklık, inanç ölen ölene içimizde ve dışımızdaBakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar; Zaman çabuk geçiyor en ıssız yerlerde açar,Ve vardır her vahşi çiçekte mumun ardında bekleyen rüzgar,Işıksız ruhumu sallar da durur,Zambaklar en ıssız yerlerde olan hayat değil; hayatın ve yanımda güçlü surlar vardı surelerden. Ölüler şehrindeyim kuklacı. İçim insan mezarlığı...En çok da ben ölmüşüm kuklacı, adım başı mezar taşım var. Katillerim en sevdiğim kentini darmadağın etmeye and içmişim. Ne ondan kaçmak bir işe yarar, ne ona varmakla dağılır karanlıklar. Bazen insanın, kadere teslim olmaktan başka çaresi olmadığı zamanları olur. Ne zaman adam oluruz?Aynı fikirde olmamak, düşman olmak zannedilmediği zaman. Çiğ düştü göklerden ve bir bahar günü doğdun sen. İslâmda âdeta nimet, emek için değil, emek nimet içindir. İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler. Başarı İslam'a ait olunca ölüm kadar sessizdirler...Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. Halbuki, biz sussak, tarih susmayacak...Tarih sussa, hakikat susmayacak. Onlar sanıyor ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Halbu ki bizden kurtulsalar, vicdan azabından kurtulamayacaklar. Vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar, Allah'ın gazabından kurtulamayacaklar. Bin yıllık ömrüm olsa, ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa, hep müslümanların birleşmesinden, bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam. Çünkü bundan daha büyük bir dava bilmiyorum. Tüm faaliyetim, İslam'ın bir savunması ve bu savunmanın bir özü de, müslümanların uyanıp dirilmeleri, birleşmeleri ve kendilerini dış âleme karşı koruma gücüne ermeleri yönündedir ev nasıl yılda bir defa temizlenir, örümcek ağlarından kurtarılır, kiremitleri aktarılır, sıvanır, yıkanır, onarılır ve badana edilir, yani yeni yapılmış bir hâle getirilirse, bir ruh da yılda bir kere, böyle genel bir temizlik ve revizyon ister. Bir şehrin temizlenmesi, onarılması, yeniden yapılması, sıva, boya ve badanların tazelenmesi ile Müslüman bir şehrin oruç boyunca ruhî canlılık ve hareketi, yükselme ve ilerlemesi birbirini çok andırır. Oruç, demek ki, bir noktadan bakılınca, ruhun ve vücudun dezenfekte edilmesi oluyor. Göz seni görmeli, ağız seni söylemeli bütün deniz kıyılarında seni beklemeli. London- 2012 Triatlon, Pentatlon ve Dekatlon gibi spor dallarını ciddi ciddi maymun iştahlılık olarak görüyorum. Ne o öyle abi, açık büfe kahvaltı gibi; çok istiyorsan birini yap. Yeteneğin varsa ikisini yap ama üç - beş derken on ne oluyor arkadaşım? Atari atletizmi mi bu? Bir itibarı olmalı .. H2CO3 Gazoz şişesinde yukarı yukarı aceleyle yüzen baloncukların bizim bilmediğimiz bir şey bildiğine inanıyorum. resim temsili falan değildir. evet. en sevdiğim gazoz zafer gazozlarıdır. itirazı olan ? gözün gözüme kaçtı Karşınızdaki insanın gözlerine bakıyorum diye düşünüyor olabilirsiniz ama gerçekte sadece bir gözüne bakabilme şansınız vardır. Örneğin; ben biriyle göz göze geldiğimde düşünürüm hangi göze bakıyorum diye.. Ama durum bunun gibi kontrollü bir duruma gelince, bu sefer de karşıdaki insanoğlunun ne anlattığıyla pek ilgilenmemeye başlıyorsun.. İlgilenmek istesen de beyin kıvrımların 2'ye ayrılıcak gibi sinyaller vermeye başlıyor. Bir de karşıdaki insanın senin hangi gözüne baktığını -bulmaca- kisvesine sokarak bulmaya uğraşıyorsun. Yok o da sanıldığı kadar kolay değil. Devreyi yakabilirsin dikkat ! Aslında o civardaki 4 göz içinde ikisi senin, ikisi benim diyelim yalnızca 2 tanesi birbirine bakıyor. farkındayım analitik bir çözümleme gibi oldu. Böyle olacağını bildiğimden yukarıdaki şemayı hazırladım. Gözler için durum bu kadar vahim ve anlaşılmaz değil; bir göz, kendisine bakmayan göze ne kadar baksa da onun kendisine bakmadığını fark etmez. Aptal aşıklar gibidirler. Fakat onlar gibi iğreti edici değillerdir. Bir -ben- değillerdir çünkü. Asıl problem 'ben' olmakta mı diye düşünüyorum zaman zaman.. Ama,Kadınlar da da içiyor. Kadınlar da acı çekiyor. Kadınlar da da da aldatıyor. Kadınlar da ağlıyor. Kadınlar da dinliyor. Kadınlar da öğreniyor. Kadınlar da da izliyor. Kadınlar da da da da da porno yeri geliyor bir kadın seni bile beceriyor. Her şey daha da eşit olacak, korktuğunuzdan daha eşit…Oluyor; olmalı da.. resim temsilidir acı bugün kendimi incittim hala hissediyor muyum diye acıya odaklandım tek şey bunun gerçek olduğuydu iğne bir delik yırttı eski tanıdık sızı o acıyı kesmeyi denedim ama her şeyi hatırlıyorum ne olmuştum ben? en tatlı arkadaşlarım? tanıdığım herkes son'da ebediyen gidicek hepsine sahip olmalısın benim toz imparatorluğumun canını yakacağım bok tacımı giyerim yalancımın sandalyesinin üzeri kırılmış düşüncelerle dolu ben onaramam zamanın lekesi altında duygu yok olur *sen başka birisisin ben hala buradayım ne oldum ben en tatlı dostlarım? tanıdığım herkes son'da ebediyen gidicek hepsine sahip olmalıyım eğer yeniden başlayabilirsem bir milyon mil ötede kendini muhafaza edeceğim bir yol bulacağım... acı the list Hayatımda yapmam gereken 100 şeyin listesini yapma zamanım geldi mi?- eminim şu anda içinizden benim listem 100′ü aşar’ diyorsunuz; ama düşünmeye başlayın 100′ü bulamayacaksınız.. Fazla iddialı bir söylemde bulunmuş olabilirim de.. dur, gitme Burnumda tütmek.. Gözümde tütmek.. Özlemek.. Özledim.. Özle.. öz.. Takvim yapraklarından koyulan isimler sizin yeriniz bende ayrıdır. babalar ve oğullar —Satranç çok saçma… Atlar okuma yazma bilmez ki. —Atların okuma yazma bilmesi gerekmiyor, senin bilmen yeterli. —Olur mu hiç, nasıl gidecek L şeklinde? —Kendi mi gidiyor? Sen götürüyorsun. —Olsun gene de saçma. Filler çapraz gider diye kuralı kim koymuş? Tuvalete koşan benden başka kimse çapraz gidemez. —Neden gidemesin? Köpeklere hiç arkadan baktın mı? Onlar da çapraz gider. —Satrançta köpek yok ki. —Evladım, köpek gidiyorsa fil de gider demek istiyorum. —Filler büyük ama. —Haklısın oğlum. Haklısın… Yoruldum. Hamleni yapacak mısın? —Kaleyi oynayayım diye düşünüyorum… Al işte, kalelerin yürüdüğünü de hiç görmedim. —Hayatında kaç kere gerçek bir kale gördün? —Gerçek kaleler yürüyormuş mu? —Yürümüyor. Bu sadece bir oyun. Neden bu kadar uzatıyorsun? —Sadece bir oyunsa doktorculuk oynayalım. Neden satranç oynuyoruz? Sıkıldım satrançtan. —Vallahi satrancın da sana pek güzel duygular beslediğini sanmıyorum. —Ne? —Yok bi şey. Bak, satranç çok eski bir oyundur. Kralların oyunu. Zekâ gelişimine yardımcı olur. Aptal bir çocuk mu olmak istiyorsun? —Monopoly oynasak? —Para oyunu o. Ne gerek var. Bak burada planlayarak, düşünerek oynama var. —Düşünerek mi? Sen hiç düşünmüyorsun ki, hemen vezirimi alıverdin. —Hızlı düşünüyorum. Sen de yap. —Ben yapamıyorum baba. Ben küçüğüm. Evcilik oynayalım mı? —Evciliği kızlar oynar. —Bunu da krallar oynarmış. Biz kral mıyız? —Öfff! Şimdi tablayı fırlatacağım duvara. Oyna, piyonu oyna. —Piyonlar hiçbir işe yaramaz. Boşuna. Bir de yeterince yürüyünce vezir mi oluyordu? Peh! Var mı öyle bir aristokrasi? —Aristokrasi mi?!.. Savaşları askerler kazanır, piyonlar kazanır. —Hangi savaştan bahsediyorsun? Hani kılıç? Hani bomba? Hani Rumsfeld? —Misal verdim oğlum. —Bana misal verme baba, bana… Neyse! —Delirtme beni çocuk. Kaleyi çek oradan bak filim yaklaşıyor. —Yaklaşsın, kale yıkılmaz ki. —Yıkılır. —Yıkılmaz. —Evladım, ben senin iyiliğini düşünüyorum. Hem öğren hem de gerçek bir oyun neymiş gör istiyorum. —Ne kralın karısı var, ne vezirin karısı var. Neresi gerçek? —Oğlum savaş bu. Savaşa kadınlar gitmez. —Kadınlar gitmez ama atlar tek başına… Jokeyler yolda mı düşmüş? —Sus da oyna… Bak fillerini hep aldım. —Filler sarhoş… Hiç de işime yaramaz. Ayrıca kral çok mu şişman, bir türlü gidemiyor… Saçma! —Şah derler ona. —Şah? —Şah. —Bi şey diycem baba. —Ne var? —Şah-mat! uyuyan güzeller Anne-babayla aile, eş, dost , hısım ve akraba ziyaretlerinden gece eve dönerken; arabanın arkasındaki o sonu hüsranla biten uyku dünyanın en güzel uykusudur kanaatindeyim.. evet. puding kaselerde yerini aldıktan sonra; tencerede kalanı tahta kaşıkla yiyenim ben. 3. hamur kağıttan yapılmış, gün be gün koparılan takvimler; sizler bambaşkasınız. kahramanın yokluğu İzahı güç. Aşk kötü bir sözcük fakat sözün tam anlamıyla, âşıktık. Bir kadınla sevişmeden onu gerçekten tanımanın mümkün olmadığından hiç kuşkum yok. Ve ne kadar çok sevişirseniz birbirinizi o kadar iyi tanırsınız. Ve iş görmeye devam ediyorsa, bunun adı aşktır. İş görmez olduğunda da, başkalarından farkınız kalmamıştır. Sevişmenin aşk olduğunu söylemiyorum; nefret de olabilir. Fakat sevişme iyi ise, diğer şeyler girer devreye; saçlarının kokusu, teninin yumuşaklığı, el-ayak tırnaklarının en nadidesi, elbisesinin rengi, kolundaki veya topuğundaki ben, çeşitli bağlılıklar ve kopukluklar; anılar, kahkahalar ve acılar... yaz sıcağı bi de eskiden güneş öğlenleyin 12-1 gibi tepede olurdu; güneş bile değişti arkadaş şu kahpe dünyada. artık 2-3 gibi tam tepede yerini alıyor mavi kubbede;işte o zaman gölgelerimiz ve suretlerimiz mutlak 0rakamla, sıfıryazıyla oluyor.. volkswagen -böyle bir arabamız olsa gezsek, tatil yapsak çok hoş olmaz mı? * deniz, kum ve güneş ritüelini yerine getirerek canımıza can katarız. gözyaşı.. Birbirimize vitaminler - moraller verdik, İçimizdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırdık.. in Wonderland insanı delirten bir şey; herşeyin illüzyon olduğunu bilip de gerçekliğin ne olduğunu sorgulayarak yaşamak. şimdi yukarıdaki cümleyi okuduğun andan itibaren bu bir virüs gibi zihnine yerleşecek hatta şu an bu satırları okuduğuna göre yerleşti bile. gerçi bu bir kavrayış ve sezgi meselesi ama yine de bu kavram zihnine girdi ve nihayetinde sana da bu enfeksiyonu bulaştırdım. gün geçtikçe bu bir hastalık gibi ilerleyecek. -harikalar diyarına hoşgeldin.. ne idük Evlendikten sonra rahatlarız diye düşünmüştük. Hani o koşuşturmaca biter, elimize iki fincan kahve alıp evimizin balkonundan bahçedeki palmiyeyi, yağan karı izleriz, bahar gelince ağaçtaki kuşların cıvıl cıvıl sesini dinleriz diye düşünmüştük. Yok öyle olmadı. Ne kar yağdı oraya, ne kuşlar kondu ağaçlara. Onlar bir yana biz hiç oturamadık o balkonda. çevik F kuvveti Ülkemizde neden biberler gaz halinde kullanıyor; mangalda köz olarak kullansak daha makbule geçmez mi ? .mına kodum partisi seçimden sonraki ilk pazar seçim anketi yapma fikrini nasıl doğduğunu; bulana veya getirene 100 bin lira veriyorum.. duygusal bağırsak kurdu adam '' içimde hiç büyümeyen bir çocuk var '' kadın '' tenyadır o tenya '' Mengi, günümüz Türkiye'sinde oyunculuğu icra edebilmenin bile tek başına politik bir eylem olduğunu düşünüyor. İnandığı gibi yaşıyor, öyle hareket ediyor. Bunu "ilkelerim" deyip romantikleştirmiyor da, çünkü Mengi'nin pusulası hep vicdanı. Sezgi Mengi'nin oyunculuk serüveni okulu kırmasıyla başlıyor. Çünkü eğitim sisteminin çocukları tek düzeleştirdiğini düşünüyor. Tek bir şey olmaktansa her şey olmak istemesi de bundan. Elbette disiplinden kaçarken kendini disiplinler arası bir kulvar da bulması da onun şansı! Sezgi Mengi oynamaya doyamadığı için başka alanlarla ilgilenemediğini söylüyor. Ama iler bir tiyatro rejisi yapma fikrinin heyecanını taşıyor. Oyunculuğun bir ilüzyon olduğuna inanıyor, o yüzden nasıl yapıldığına dair fazla konuşmak istemiyor. Bunu bir sihirbazın numaralarını seyirciye anlatmaması gibi görüyor. İşte Sezgi Mengi'nin dünyası...-Oyunculuk serüvenin okulu kırmakla başlamış. Neydi okulda bulamadığınız, neydi sizi tiyatro sahnesine, oyunculuğa çeken? Okul özellikle orta öğretim gencecik çocukların sistem tarafından bir kalıba sokulduğu, tek düzeleştirildiği bir sistem. Bense o dönemlerde tek bir şey olmaktansa her şey olmak istiyordum. Beni tek düzeleştiren sistemden kaçarken tiyatroyla tanıştım. Birgün Topağcı'nda yürürken Ayla Algan'ın oyunculuk okulunun tabelasını gördüm ve içeri girdim. O gün hayatımın dönüm noktasıydı, okulu kırıp kırıp Ayla hoca'nın derslerine katılıyordum, Şehir Tiyatroları'nda gizli gizli sahne arkalarında provaları izliyordum. Ergenlik dönemim böyle geçti. Disiplinden kaçarken disiplinler arası bir mecrada buldum kendimi! Sonrasında Şahika Tekand'ın eğitmenliğinde Studio Oyuncuları'nda dört oyunculuk eğitimi aldım. Üniversitede sanat yönetimi okudum. Studio ve üniversite birlikte gitti. Çift anadal yapmış gibiydim. Şahika Tekand tam da bu bahsettiğim meseleler üzerinden oluşturmuş bir müfredatı vardı. O anlamda kendimi en mutlu hissettiğim yerdi Studio. Oyunculuğu entelektüel bir mesele olarak ele alan bir kurumdur, o yüzden orada büyüdüm diyebilirim. -Oyunculuk nasıl bir uğraş, bu anlamda oyunculuktaki derdiniz nedir? Benim için oyunculuk hikaye anlatmak, cümlelerin sözcüsü olmak demek. Kendini başka bir şekilde var edebilme cesaretini içimde arama süreci demek... Hele ki her şeyin bu kadar net konuşulup ama net konuşturulmadığı bir dönemde oyunculukla bazı hikayeleri anlatmak, bazı cümlelerin sözcüsü olmak benim için çok değerli. -Bu sezon "O Hayat Benim" dizisinde görüyoruz sizi. Başka projeleriniz var mı, ya da hayalleriniz? İki sezondur dizi yapamıyordum, tiyatro oyunları vardı. Turneler ve zaman uyuşmazlıkları yüzünde televizyondan uzak kalmıştım. "O Hayat Benim"in yönetmeni Hülya Bilban'la daha önceden çalışmıştık, dizideki oyuncuların bir çoğuyla da daha önceden tanışıyoruz. Şu anki "vahşi rating" sisteminde devam eden bir işte yer almak çok cazip geldi, rolüm de çok hoşuma gitti. Bu arada okuduğum bir tekst var, provalarına dahi başlanmadığı için söylemeyi doğru bulmuyorum ama Ocak- Şubat gibi yeni oyun yolda. Ben her sezon tiyatro oynamazsam kendimi çok eksik hissediyorum, o yüzden her koşulda tiyatro yapmak için çabalıyorum. -Yazmak çizmek yönetmek var mı kafanızda? Oynamaya doymadığım için diğer alanlarla aktif olarak ilgilenmiyorum ama bir tiyatro rejisi yapma fikri uyuzumu çok kaşıyor. Ancak daha vakit olduğunu düşünüyorum, şimdilik seyirciyle iletişimim oyunculuğun izin verdiği kadar. -Malum memleketin hali ortada. Artık kimse konuşmuyor, konuşamıyor. Sanat da bundan nasibini çoktan aldı. Sansür ve baskıyla daha ne kadar yaşayabiliriz? Artık öyle bir noktaya geldik ki, her şeyimiz politize edildi. Böyle bir sistemde oyunculuk mesleğini icra etmek tek başına politik bir eylem. Oyunculuk zaten kendi içinde politik. Tarihin bir çok döneminde en büyük sanat eserleri büyük savaşlar sonrası, baskıcı rejimlerin olduğu süreçlerde çıkmıştır. Örneğin 1. ve 2. Dünya Savaşları'nı ve sonuçlarını bilmeden, bunun topluma etkilerini bilmeden 20. yüzyıl sanatını anlamamız mümkün değil. Aynısı bu dönem için de geçerli. Şu anda biz genç tiyatro oyuncuları, yönetmenleri, yazarları olarak gelecekte icra edecek bir sanat olması için uğraşıyoruz, çünkü yaşadığımız dönem içinde o kadar malzeme barındırıyor ki! Böyle dönemlerde Baudelaire'ci yaklaşıma, yani yaratım için kötü şeylerden, acılarımızdan beslenmemiz gerekiyor çünkü negatif şeyler her zaman yaratıcılığı tetikler. -Yandaş sanat var bir de tabii. Pek çok insan ekmeği ve vicdanı arasında bırakılıyor. Siz bu anlamda hiç korktunuz mu ya da taraf seçmek zorunda kaldınız mı? Sanat ve totaliter düzen birbirine o kadar zıt yapılar ki. Eğer sanatı totaliter düzenin içinde değerlendirecek olursak, sanat yap- bozun hiçbir yerine oturmayan, uyumsuz bir parçadır ama o uyumsuzluk kendi içinde bir mükemmellik içerir. O uyumsuz parça sayesinde yap-bozu oluşturan kişi kafasını masadan kaldırır ve yap-bozda oluşan resmi değil, gerçek resmi görmeye başlar. Böyle bir yapıyla yandaş olmak mümkün müdür? Benim açımdansa inandığım şeyler üzerinden hareket ettim. Ama buna ilkelerim diyerek romantikleştirmekten ziyade, vicdanım demeyi daha doğru buluyorum. Türkiye'de ölen işçilere, madencilere, barışçıl gençlere bir insanın canı yanmıyorsa orada ciddi bir eksik vardır. Eğer politik bir duruştan söz ediyorsak, bunu entelektüel kavramlarla açıklamaktan ziyade vicdanımla açıklayabiliyorum. -Hayatla aranız nasıl? Mücadele mi ediyorsunuz yoksa uzlaştınız mı onunla? Hayatla hiçbir zaman uzlaşma gibi bir durumum olabileceğini düşünmüyorum. Bir kere yaptığım iş normal bir düzeni kaldıramayacak noktada sürüyor. Sadece pratik olarak değil, düşünce olarak da olaylara yaklaşımınızı etkiliyor. Algılarınızı açık tuttukça bir şeylerden iyi veya kötü daha çok etkileniyorsunuz, daha büyük yaşıyorsunuz. Ama şu anki sürecim için şöyle diyebilirim hayat benle uzlaştı galiba. Ama insanın içindeki o mücadele isteği hiçbir zaman bitmiyor, bu belki de hayata kalma güdüsüyle doğru orantılı. Büyüdükçe de insan biraz daha ehlileşiyor, duyguları büyük de olsa, dışavurumları eskiye oranla daha farklı oluyor. Bireysel bir mutsuzluğa verilen tepki eskisiyle aynı olmuyor ama yine de o mutsuzlukla mücadele isteği hiçbir zaman da bitmiyor, hem de her anlamda!

içimde bir şey yırttı ne demek